Karabağ gezisinin ardından -FOTOLAR

Osman OKTAY

KARABAĞ AZERBAYCAN,
AZERBAYCAN TÜRKİYE, TÜRKİYE AZERBAYCAN’DIR

23 – 30 Haziran 2024 tarihleri arasında, Türk Dünyası sevdalısı 30 kişilik bir grupla Azerbaycan seyahatine çıktık. Geziyi Türk Dünyası sevdalısı hemşerim, arkadaşım Kadir Tosun organize etmişti. “Ne doktorlar ne mühendisler” misali, daha çok akademisyenler, eğitimciler ve emekli bürokratlardan oluşan okumuş çocuklardık. Şunu da belirtmeliyim ki, iki genç kardeşimizin dışında herhalde yaş ortalamamız yetmiş civarında idi. Çünkü biliyorduk ki, bir Türk için ölmeden önce görülmesi gereken yerlerden biri de otuz yıla yakın bir süre işgal altında kalan Karabağ bölgesi olmalıydı.  
Azerbaycan’a daha önce iki defa gitmiştim ama bu seyahatin ayrı bir önemi ayrı bir heyecanı vardı. 

24 Haziran günü Bakü’de önemli devlet adamları, şairler, sanatçılarla başlıca siyasilerin mezarlarının bulunduğu Birinci Fahr-i Hıyaban, İkinci Fahr-i Hıyaban ve 1918’de Azerbaycan’ı işgalden kurtaran askerlerimiz adına oluşturulan Türk Şehitliğini ziyaret ederek başlayan programımız akşama kadar devam etti. Tarih boyunca Azerbaycan’da hüküm süren hanedanlardan kalan ve günümüze kadar korunan eserleri gördük. Bakü’ye üçüncü gelişimdi. Bu şehir dünyanın en çok gelişen şehirlerinden biri idi ve her gidişimizde pek çok yenilik görebiliyorduk.

Program oldukça yüklü olduğu için alışverişe ayrılacak bir vakit yoktu ama önceden hazırlıklı değilseniz arada bir çay içemez, bir şeyler atıştıramazsınız. Çünkü orada Azerbaycan para birimi olan manattan başka para geçmiyor. Bizdeki gibi, döviz büroları da yok. Paranızı ancak bankalar vasıtasıyla bozdurabilir ya da çevirebilirsiniz. Onun için Azerbaycan’a gideceklerin önceden manatlarını almasında fayda var.

Akşam yemeğine kadar dolu dolu bir program oldu. Yemek saati için saat 19.00 belirlenmişti ve benim de misafirlerim vardı. Türkiye Cumhuriyeti’nin Yüzüncü Yılı için yazdığım Cumhuriyet Şarkısı Azerbaycan’ın ünlü bestecilerinden İlhame Adilgızı tarafından bestelenmiş, Azerbaycan Devlet Sanatçısı (Emektar Artisti) Arzu Aliyeva tarafından okunup televizyonda da ifa edilmişti. Arzu Hanım annesiyle, İlhame Hanım da eşiyle birlikte geldiler. Onları grubumuza tanıttım. Arzu Hanım orada, Cumhuriyet Şarkımızı canlı olarak okudu. Arkadaşlarımız da memnun oldular. 


İşte o şarkının sözleri:  
 
Yüz yıl oldu ey sevgili ey sevgili Cumhuriyet
Karanlıktan aydınlığa yol gösteren Cumhuriyet
Vatanıma umut olsun, Türk Milleti çok yaşasın
Yüzüncü yıl kutlu olsun ey sevgili Cumhuriyet

Sonsuzluğa akıp giden yüz seneler bizi bekler
Ne mutlu Türküm diyene ey sevgili Cumhuriyet.

Türk tarihi şanla dolu şeref dolu yiğit dolu
Cumhuriyet coşkusuyla şahlanıyor Anadolu
Bayrağımın ay yıldızı hem oğulu hem de kızı
Seni sevdi sana geldi ey sevgili Cumhuriyet

Sonsuzluğa akıp giden yüz seneler bizi bekler
Ne mutlu Türküm diyene ey sevgili Cumhuriyet.

 Atatürk’ün armağanı Cumhuriyet hep var olsun
Ey Türk övün, çalış güven; gönüllere sevinç dolsun
Durmayalım arkadaşlar; yürüyelim hep ileri
Daha nice yüz yıllara ey sevgili Cumhuriyet.

Sonsuzluğa akıp giden yüz seneler bizi bekler
Ne mutlu Türküm diyene ey sevgili Cumhuriyet. 


Ertesi gün (25 Haziran) Gobustan ve Şamahı üzerinden Şeki’ye doğru hareket ettik. Daha önceki gelişimde, Bakü’den yaklaşık 40 kilometre uzaklaştıktan sonra yol güzergahından beş yüz metre kadar içeride olan Namalum Türk Şehidi için Azerbaycanlı bir iş adamı tarafından yaptırılan anıt mezarı (Meçhul Asker Anıtı) görüp yanına giderek resimlemiştim. Bu defa uzaktan selamlayarak geçtik ve Gobustan’da bulunan Kurudere Şehitliği’nde mola verdik.

Muntazam bir şehitlikti burası. Bakü Türk Şehitliği’nde bulunan anıtın bir benzeri vardı karşımızda. Avludaki kitabede Kur’an-ı Kerim’den şehitlikle ilgili olarak Bakara Suresi 154. Ayet ve Peygamber Efendimizin aynı konudaki Hadis-i Şerifleri ile Mehmet Akif Ersoy’un Çanakkale şehitlerine ithafen yazdığı şiirden bir bölüm, abide etrafında ise Atatürk’ün Azerbaycan, Haydar Aliyev’in de Türkiye için övücü sözlerine yer verilmiş. Az ilerde ise yine avlu içinde, Türk bayrağının gölgelediği bir mezar var. Hemen oraya doğru yöneldik. Mezarın kitabesinde şu ifadelere yer verilmiş:

“Bu mezar, Osmanlı Alayı birliklerinden olan bir zabitin kabridir. Kafkas’a geldi, çarpıştı ve şehit oldu. 1918 yılında şerefli şehadeti tattı, ilgarını (öncülüğü, fedakarlığı) seçti. Ruhu şad olsun.”

Ayrılmak istemiyorduk ama yolcu yolunda gerekti. Fatihalarımızı okuduk, tekrar tekrar resimler çektik ve çıkışa doğru yöneldiğimizde, çıkışın hemen sağında ay yıldızlı bir kaide üzerinde Azerbaycan’ın ünlü şairi, “İki devlet bir millet; Azerbaycan Türkiye” sözlerinin müellifi Bahtiyar Vahapzade’nin   “Tenha Mezar” isimli şiirinin yer aldığı kitabeyi okuduk:

“Yolun kenarında tenha bir mezar
 Üstünde ne adı ne soyadı var.
Ey yolcu, maşınını (arabanı) eyle bu yerde
 Soruş kimdir yatan tenha gabirde 

O bir Türk zabiti kahraman, metin 
Doğma kardeşine yardıma geldi. 
Kırgına tutulan milletimizin 
Haklı savaşına yardıma geldi. 

 Yolcu, maşınını bu yerde eyle
O mezar önünde sen tazim eyle 
Secde kıl, dua ver onun ruhuna
Ayak bastığın yer borçludur ona…” 

Bakü’de bulunan Türk Şehitliği Abidesine giden yolun çevresinde ise 1130 şehidin isimleri yazılı idi ve Abidede şu beyite yer verilmişti:

“Ayrılır mı gönül candan/Türkiye Azerbaycan’dan!”
 
Bakü’nün toprak yapısı kireçli ve tarıma pek elverişli olmamasına rağmen uzak diyarlardan getirilen toprakların düzenlenmesiyle yeşillendirilmiş, güzel parklar ve bahçeler oluşturulmuştu. Gobustan’dan Şeki’ye doğru yol alırken giderek artan yeşilliklere, ağaçlara, tarım ürünleriyle bezeli tarlalara ve sulak alanlara rastladık. Ayçiçek, mısır, pamuk ve tütün tarlaları, zeytinlikler, nar ve başka meyve ağaçları görüyorduk.

Azerbaycan’da, Sovyetler döneminden kalma bir alışkanlıkla idari yapılanmada Rayon sistemi uygulanıyor. Başkent Bakü, Fuzuli Rayonu, Nesimi Rayonu, Hatayi Rayonu gibi 11 merkez ilçeden oluşuyor. Bakü’den sonra konaklayacağımız Şeki Şehri de Şeki Rayonu’nun merkezi.

Şeki…

Ülkenin kuzeyinde, başkent Bakü'nün 370 km kuzeybatısında Büyük Kafkas Sıradağlarının eteğinde yer alan şehir, Azerbaycan’ın tarihi ve önemli turistik bölgelerinden biri. Öyle ki, UNESCO tarafından 2019 yılında Dünya Mirası listesine alındı. Nitekim “Türk Dünyası’nın UNESCO’su olarak da adlandırılan ve Türk soylu ülkelerde yaşayanların gönül birlikteliğini ve kardeşliğini güçlendirmek, ortak Türk kültürünü gelecek nesillere aktarmak amacıyla kurulan TÜRKSOY da 2016 yılında Şeki’yi Türk Dünyası Kültür Başkenti olarak ilan etmişti. Çünkü orada Orta Çağ Azerbaycan’ından günümüze kadar gelen ve eşsiz mimarisi ile benzer örneklerinden farklı özellikler gösteren Han Sarayı, Şehir Kalesi, İmam Ali Camisi, Ömer Efendi Mescidi, Arnavut Kilisesi gibi önemli eserler var. Ayrıca, Tarih ve Yerel Kültürler Müzesi, Shebeke Cam Atölyesi de ilgi çekiyor. Şeki’ye gidenlerin mutlaka tadına baktıkları ve alıp memleketlerine götürdükleri Şeki Helvası’ndan da mutlaka söz etmemiz gerekiyor.

Şeki’de gezimizi tamamlayıp bir gece konakladıktan sonra Türk tarihinde, Türkiye Azerbaycan dostluğunda önemli bir yeri olan, bir başka ifade ile “İki Devlet Bir Millet” anlayışının temellerinin atıldığı Gence’ye doğru hareket ettik.

Şeki – Gence arası oldukça verimli, sulak, ovalık arazilerden oluşuyor. Bağlar, bahçeler, ekili alanlar insanın içini açıyor.  Hemen her noktada Türkiye ve Azerbaycan bayraklarını yan yana görmek de bizlere huzur veriyor.

Bu arada Kura/Kür Nehri’nin üzerinden geçiyoruz.
Türkiye’de Kura Nehri adıyla Türkiye'de Ardahan Göle dolaylarında, ilk kaynağını Allahuekber Dağlarından alıp Gürcistan'dan geçerek Azerbaycan'ın Sabirabad şehrinde Aras Nehri ile birleşen ve Azerbaycan Türkçesinde Kür Nehri olarak anılan bu ırmak, Neftçala Rayonu'nda Hazar Denizi'ne dökülüyor.  

Türkiye ile Azerbaycan’ın iki devlet bir millet anlayışı yalnızca kültürel ve duygusal bağlarla değil, Türkiye’mizin sınırları içinde doğup Azerbaycan topraklarında birleşen Aras ve Kura/Kür ırmaklarıyla da perçinlenmiş diyebiliriz.

Osmanlı Türk Devleti, çöküşe doğru sürüklendiği en zor döneminde bile Azerbaycanlı kardeşlerinin yardımına koşmuştu. “Çırpınırdı Karadeniz” şiirini yazan Ahmet Cevat Bey, “Laleler” şiirini yazan Aslan Aslanov, ünlü besteci Üzeyir Hacıbeyov bu kardeşliği pekiştiren eserleri ile öne çıktılar. 
 
Azerbaycan Millî Şurası, 28 Mayıs 1918 tarihinde Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti’ni ilan etmiş, başkanlığa Mehmed Emin Resulzade’yi seçmişti.

Bu durum Rusları ve bölgede bulunan Ermenileri rahatsız ediyordu. Rusların desteğindeki Ermenilerin 20 bini aşkın Azerbaycan Türkünü katletmesi üzerine henüz bağımsızlığını kazanmış olan Azerbaycan Cumhuriyeti’nin Devlet Başkanı Mehmet Emin Resûlzade Osmanlı Devletinden yardım isteyince Enver Paşa, kardeşi Nuri Paşa komutasında Kafkas İslam Ordusu adıyla yeni bir ordu kurarak  Azerbaycan’a gönderdi.

Bu ordu, 25 Mayıs 1918’de Gence’ye girdi. Sırada Ermeni işgalindeki Bakü’nün kurtarılması vardı. Türk ordusu Gence yakınındaki düzlüklerde talim ediyordu. Bahar aylarında yeşil çimenler üstünde savaş talimi yapan askerlerimiz, başlıklarında bulunan kırmızı hilal motifleriyle lâleler gibi görünüyordu. İşte, bu manzaradan etkilenen Aslan Aslanov bugün zevkle ve heyecanla dinlediğimiz Laleler şiirini o atmosfer içinde yazdı:

“Yazın evvelinde Gence çölünde
Çıkıplar dereye, yüze laleler
Gıp gırmızı şehli köyneklerini
Seripler çemene düze laleler 

Heyalımdan neler gelip ne keçer,
Yaz geler, ellere turnalar köçer.
Bulaqlar semaver, ağ daşlar şeker,
Benzeyir çemende, köze laleler. 

Meylim üzündeki qara haldadır.
Hicranın ilacı ilk vüsaldadır.
Ne vahttır Bakû’nün gözü yoldadır,
Bir gonak gelesiz bize laleler…”

Bizler, 26 Haziran 2024 tarihinde Şeki’den ayrılıp yine bir yaz günü çok güzel bir asfalt yoldan Gence’ye doğru yol alırken Laleler şarkısını mırıldanıyorduk ama artık “Gence çölü” yeşillenmiş, çiçeklenmişti de güzellikler arasından geçiyorduk. Yolun orta refüjü zakkum çiçekleri ile bezenmiş durumda idi. Otobüsün içinde bu güzellikleri fotoğraflamaya çalışırken karşımıza birdenbire dev bir anıt mezar, bir türbe çıktı. Bu, ünlü şair Nizami’nin türbesi idi.

Büyük bir şair olmasının yanında felsefe, astronomi, tıp, geometri alanlarında da çalışmalar yapan Genceli Nizami, manzum aşk hikâyelerinin en büyük üstadı olarak kabul edilmiş ve kendisinden sonra gelen şairler üzerinde de etkili olmuştur. İşte O’nun eserlerinde geçen ibretlik sözlerinden/mısralarından birkaç örnek:

“Yahşilik etmezsen eğer insana
Büyüklük şerefi verilmez sana.” (Leyle ve Mecnun’dan)

“Bilinen bir şeydir ki pislik edenler
Öz işinden özü çekecek zarar
İşitmemişsin mi bu meşhur sözü
Kuyu kazan adam düşecek özü.” (Hüsrev ve Şirin’den)

“Kan ile işlenmiş zulümkâr Baş’tan
Şüphe yok yahşidir başsız bir insan.” (Şerefname’den)

Ziyaretimizi yaptıktan sonra yola devam ediyor ve kale misali yükselen Gence Kapısı’ndan 
geçip şehre giriyoruz. Bakü’nün 363 kilometre batısında ve Kafkas Dağlarının eteklerinde bulunan Gence, ülkenin ikinci büyük şehri.    

Gence’de bizi Atatürk Caddesi karşılıyor ve girişinde şu ifadeler yer alıyor: “Bu Prospekti (Cadde) Türk Halkının Büyük Oğlu Atatürk’ün Adını Daşıyır.” Oradan geçip Haydar Aliyev Parkı’nı, Gence Devlet Flarmoni Salonu binasını, Cuma Camii ya da Şah Abbas Mescidi’ni görüyoruz. Tadilatta olduğu için Gence’deki Kervansaray’a giremiyoruz. Ve orada, Kaçar Hanedanı’ndan olup Gence Hanlığı’nın son hükümdarı Cevad Han’ın türbesi…

 Cevad Han, 1803 yılında Gence’yi kuşatan Rus birliklerine karşı topraklarını savunurken şehit olan kahraman…

Bu toraklarda yaşayanlar tarih boyunca neler görmüş, neler yaşamış, ne ihanetlere uğramışlar. Hepsine Allah’tan rahmet diliyorum.

Bu arada bir sitemimi de iletmeden geçemeyeceğim. Şah Abbas Mescidi’nin avlusunda bir tuvalet var ama pislik içinde ve insanın burnunun direğini sızlatan kokudan rahatsız olmamak mümkün değil. Ülkeyi baştan başa bir şantiyeye çevirip işgalden kurtarılan bölgelerde bile kısa zamanda büyük işler başaran Azerbaycan yönetimi mutlaka bu konuya da bir çözüm bulmak zorunda.

Şair Ali Akbaş’ın uzunca bir şiirle çok güzel tasvir ettiği Göygöl de Gence bölgesinde ama programımız yüklü ve asıl hedefimiz “İşgaldan azad olunmuş araziye giriş” olduğu için göremiyoruz. İşte o şiirin giriş bölümünden mısralar:

“İpekten tüllere bürünmüş Göygöl
Ne kadar özenmiş hilkatin eli
Bir depremle doğan yaylagüzeli
Ninniler dinlemiş deli rüzgârdan
Gıdasını almış yağmurdan kardan
Sonra canlar yakan bir âfet olmuş
Burdan su içiyor her sevdalı kuş
Sanki aynasını düşürmüş felek
Göygöl'den gayrisi bir kirli gölek…”
 
 26 Haziran akşamı Gence’de konakladıktan sonra 27 Haziran sabahı Azerbaycan Türkçesi’nde ifade edildiği gibi “İşgaldan azad olunmuş araziye giriş” için Şuşa’ya doğru hareket ettik.  Az sonra hidroelektrik Santral’ı’nın bulunduğu, çevre sulamasında önemli bir yeri olan ve Ermenilerin hedef aldığı Su Ambarı’nın bulunduğu Mingeçevir şehrinden geçtik. Ardından İpek Yolu üzerinde bulunan Berde şehri, “Kahramanlar Yurdu” olarak ün yapmasının yanında ticari faaliyetleri ile de öne çıkan Ağdam ve Terter şehirleri geliyor.

Artık Karabağ bölgesindeyiz. Burası Dağlık değil, Ovalık Karabağ. Oldukça verimli topraklardan geçiyoruz ve işte Ermeni vahşetine sahne olan Fuzuli Şehri… Artık bir eski Fuzuli var ki nerede ise taş taş üstünde bırakılmamış, hepsini yakıp yıkmışlar. O güzelim bağımsız, bahçeli evlerden eser kalmamış. Harabelerin hemen yanına beton bloklar dikilerek yeni yerleşim oluşturuluyor. Duygulanmamak, bu vahşeti yaşatanları lanetlememek mümkün değil. 


Fuzuli’den sonra Zafer Yolu’na düşüyoruz. Azerbaycan Ordusu girdiği Vatan Muharebesi’ni zafere ulaştırmak üzere bu yolu takip ediyor ve Türk diyarlarına o vahşeti yaşatanlar, kahramanların önünden kaçıp gidiyorlar.

Zafer Yolu tabelasını gördükten hemen sonra Kontrol Noktasına geliyoruz. Çünkü ancak Özel İzinle geçilebilecek bölge başlıyor. Karabağ Savaşı gazilerinden olan rehberimiz Cemşit, “Sizler çok şanslısınız ki, Azerbaycan’dan ve Türkiye’den milyonlarca kişi bu bölgeye girebilmek için can atarken sizlere kısmet oluyor. Ne kadar şükretseniz azdır” diyor. Biz Türk Ocaklı idik ve Türk Ocağı Azerbaycan Şubesi Başkanı değerli araştırmacı gazeteci Akif Aşırlı bu konuda çok yardımcı olmuştu. Akif Bey, Zafer Yolu’ndan girip Şuşa’ya geçişimizde de bizleri yalnız bırakmadı.

Yol boyunca yine harabeler, yıkıntılar… İşgalci Ermenilerin kaçarken yıktıkları Cebrail kentindeki tarihi Hudaferin Köprüsü de hemen yakınımızda bulunuyor. Ümitlerimizi yeşerten gelişmeleri görmek ise bizleri sevindiriyor. Bölgenin yeniden hayata tutunması için oluşturulan zeytinlikleri, fındık bahçelerini seyrederken bizler bir yandan da harabelerin verdiği  hüzünle Doğu Anadolumuzun Rus işgaline uğramasından sonra memleketine dönen Bayburtlu Zihni’nin o mısralarını mırıldanıyoruz:

“Vardım ki yurdumdan ayağ göçürmüş
Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı
Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş
Sakiler meclisten çekmiş ayağı

Hangi dağda bulsam ben o maralı
Hangi yerde görsem çeşm-i gazali
Avcılardan kaçmış ceylan misali
Göçmüş dağdan dağa yoktur durağı
 
Laleyi sümbülü gülü har almış
Zevk u şavk ehlini ah u zar almış
Süleyman tahtını sanki mar almış
Gama tebdil olmuş ülfetin çağı

Zihni dert elinden her zaman ağlar
Sordum ki bağ ağlar bağ u ban ağlar
Sümbüller perişan güller kan ağlar
Şeyda bülbül terk edeli bu bağı..”

O bağ, bu bağ ve Karabağ… 

Artık Karabağ’dayız… 30 yıla yakın süren işgali sonlandıran kahramanların geçtiği Zafer Yolu’ndan Şuşa’ya doğru ilerliyoruz. Ovalık Karabağ’dan Dağlık Karabağ’a geçiş oldukça çetin. Yılan gibi kıvrılan inişli çıkışlı ama asfalt bir yolda ilerliyoruz. Otobüsümüzün şoförü oldukça tecrübeli. Sağımızda, solumuzda muntazam yol çalışmaları, açılan, açılmakta olan tüneller. Belki birkaç yıla kalmadan o yollar bitecek ve Dağlık Karabağ’ın, Şuşa’nın, Hankendi’nin ve ah ki ah, o Hocalı’nın bizden sonraki yolcuları, misafirleri daha rahat bir yolculuk yapacaklar.

Bu arada, kısaca da olsa Ermeni işgalinden kurtuluşa giden yol haritasından söz etmeliyiz.

Ermeniler, Sovyetlerin dağılıp bağımsızlık hareketlerinin başladığı karmaşık ortamı fırsat bilerek1991'de başlattıkları saldırılarla önce Hankendi şehrini işgal etmiş, ardından 26 Şubat 1992'de Hocalı kasabasına girerek 613 sivil insanımızı vahşice katlederek büyük bir Soykırım yapmışlardı. Azerbaycan o tarihlerde bağımsızlık telaşında olduğu için bölge ile ilgilenemiyor, başta Fransa ve Rusya olmak üzere dış güçlerin desteğini alan Ermenistan dilediği gibi hareket ediyordu. Nihayet 8 Mayıs 1992 tarihinde Şuşa’yı da işgal ettiler.

Verilen kayıpların dışında yüz binlerce Azerbaycanlı kendi topraklarını terk etmek zorunda kaldı.   Kardeşlerimize ait, Türk tarihinin yüz akı 300'den fazla tarihi anıt tahrip edildi.  

Azerbaycan’ın 27 Eylül 1920 tarihinde başlattığı 44 gün süren ve Vatan Muharebesi adı verilen İkinci Karabağ Savaşı sonunda Türk Milleti’nin de desteği ile işgal edilen topraklar bir bir kurtarıldı. Şuşa’nın 8 Kasım 2020’de kurtarılması Ermenistan’ın bozguna uğraması demekti. Tuzaklar kurarak, mayınlar döşeyerek, yakıp yıkarak çekilip gittiler.

Hankendi malum, Ermenilerin kendilerine merkez yaptıkları şehir. O bölge henüz mayınlardan temizlenmediği için tedbir amaçlı olarak girişlere yasak ama işte Hankendi ve Hocalı tabelası hemen önümüzde duruyor. Hankendi’yi kuş bakışı görüyoruz. Ermenilerin de Bayburtlu Zihni gibi bir şairleri var mıdır, terk edip kaçmak zorunda kaldıkları ve yıllarca işgal ettikleri bu Türk yurtları üzerine ağıtlar yakmışlar mıdır bilmiyorum ama insan hak etmediği, işgalci olduğu topraklar için nasıl ağıt yakıp şarkı söyleyebilir ki?

O kıvrım kıvrım uzayıp giden inişli çıkışlı yolların sonunda Hankendi’ye, Hocalı’ya selam çakıp Şuşa’ya girdik.

Şuşa, bir tarih, kültür ve sanat merkezi. Nitekim bu şehir, 10 Aralık 2023 tarihinde Türk Dünyası temsilcilerinin katılımı ile Türk Dünyası Kültür Başkenti olarak ilan edildi.  


Şuşa’da ilk uğrak yerimiz, kalacağımız Har-ı Bülbül Oteli’ne de çok yakın olan ve Şuşa ile ilgili resimlerde Şuşa Kalesi ile birlikte sembol haline gelen Yukarı Gövher Ağa Mescidi oldu. Sonra Çıdır Düzü’ne çıktık. Çıdır Düzü, Har-ı Bülbül çiçeğinin yetiştiği, bir başka deyişle bu güzel çiçeğin açtığı en güzel yer. Havadar bir yayla olmasının yanında, Şuşa’nın Ermeni işgalinden kurtarılmasında da büyük pay sahibi. Çünkü Şuşa, tek bir girişi olan korunaklı bir şehir. Çevresi sarp kayalıklarla çevrili. Onun içindir ki Ermeniler yalnızca o giriş yolunu tutmuşlar da gemileri karadan yürüten Türklerin sarp kayalıkları da aşabileceğini akıl edememişler. Azerbaycan Özel Kuvvetleri kayalıklardan tırmanıp Çıdır Düzü’ne çıkınca düşman gafil avlanıyor ve yolu tutmuş olmaları hiçbir işe yaramıyor. 


Çıdır Düzü’nden inip Şuşa Kalesi’ne geçiyoruz. Orada artık Azerbaycan Bayrağı dalgalanıyor, içinde Har-ı Bülbül’ün resmedildiği büyükçe bir levha var. Har-ı Bülbül levhasının yanında durup Kaleyi arkamıza alarak toplu resim çektiriyoruz. Ben hazırlıklı gitmiştim. Daha önce Azerbaycan’da TİKA temsilcisi olarak görev yapan ve maalesef kovid salgınına kurban giden Şair Arkadaşımız Osman Baş’ın Har-ı Bülbül isimli şiirinin metnini grubumuzda bulunan ve rahmetli Prof. Dr. Harun Güngör Hocamızın eşi olan Nuran Güngör Hanımefendi’ye vermiştim. Kale içinde ve tam da Har-ı Bülbül levhasının önünde o şiiri çok güzel okudu:   

“Gül bende
Güle gül bende...

Kış gitti, gün önümde,
Bahar kondu yüreğime...

Mevsim çiçek çiçek bahar
Damla damla yağmur,
Masmavi deniz ufkunda güneş
Güneş yanmışlığında Hazar...

Ey! .. yüreğimin dalgaları
Kaf dağınca sevdalarım
Hasrete vurgun Hazarım...
Bilirim tanırsın beni
Balıklar, martılar kadar
Yakınım sana
Dağlar kadar, Ufuklar kadar,
Har-ı Bülbül kadar uzağım...

Çıdır düzünü, bir Hazar bilir
Bir de yüreği Hazar olanlar
Çıdır düzünde bir gül esir
Dualar toprak olmuş, tekbir tekbir...

Biliyorum, hiç görmedim seni
Hiç ellerime alıp koklamadım
Hissediyorum, yüreğini okuyor
Feryadını yüreğimde hissediyorum.

Haydi kalk bülbül konsun dalına
Seni esir aldı sananlar çatlasın
Neyin varsa sal toprağın üstüne
Külekler, Bakü’de yüreklere aparsın.

Bahar ötesi yaz, yaz ötesi Hazar
Hazar’ın yüreğinde Har-ı Bülbül
Hazarda dalga dalga bahar
Arı dalda, dalda bülbül, Har-ı Bülbül...

Fırtınalar esintiye dönende
Damlalar isyan edecek çiseye
Haydi uyan, şafakta düğün olsun
Mehmetçik hazırlık yapıyor sefere
Dik dur vatan toprağında, alnın açık olsun...

Şimdi bahardayım, yolum Şuşa’ya
Çıdır Düzü’nde bülbül olacağım,
Har-ı Bülbül’e konacağım önce,
Düşmana şimşek olup çakacak
Dostun hasretine son vereceğim...”

  Çarlık Rusya’sı döneminden beri “Kafkasya`nın konservatuvarı” olarak nitelendirilen Şuşa’da pek çok edebiyatçı, müzisyen, opera sanatçısı yetişti. 1908`de Şark’ın ilk operası olan Leyla ile Mecnun’u besteleyerek çoksesli müziğimizin temel taşını koyan ünlü besteci Üzeyir Hacıbeyli, Bülbül adıyla ünlenen ve ünlü Tenör Polat Bülbüloğlu’nun babası olan Murtaza Memmedov Şuşa doğumludurlar. Bülbül’ün, bugün Müze olarak hizmet veren evinin bahçesinde bulunan asırlık dut ağacının önündeki tabelada şu ifadeleri okuyoruz: “Uşag iken Murtaza, bu ağaçda cah-cah vurarag böyük maharetle guşların sesini taklid eddiyi içün halg ona Bülbül adını vermiştir.”

Ermeniler ne yazık ki, harabeye çevirip gittikleri evler gibi Bülbül’ün müze olarak kullanılmakta olan evinin bahçesinde bulunan büstünü de tahrip edip gitmişler. Azerbaycan Devleti, bir ibret vesikası olarak tahrip edilen büstü yerinde bırakmış ama hemen yanına da yenisini koymuş.

 Osmanlı Türk Devleti’nin son dönemlerinde başlatılan Milli Uyanış hareketinin öncülerinden ve 1912 yılında Türk Ocağı’nın kurucularından olan Ahmet Ağaoğlu da Şuşa doğumlu. Ahmet Ağaoğlu, Osmanlı Meclis-i Mebusanı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyesi olarak da görev yaptı.

Şuşa’da, 1700’lü yıllarda yaşayan Molla Vagıf  Penah’ın türbesi ile Bakü’deki Halı Müzesi’nin Şuşa Şubesi’ni de ziyaret ettikten sonra Har-ı Bülbül Oteli’nde istirahate çekildik. 


Programımızda Nahçivan vardı ve hemen 42 kilometre yakınımızda bulunuyordu ama Ermeniler daha önce yapılan anlaşma şartlarını yerine getirmedikleri için otobüsümüzle yaklaşık 400 kilometrelik yolu katederek Bakü’ye dönecek, oradan uçakla Nahçivan’a uçacaktık.


Dönüşte farklı bir güzergahı takip ederek Gence ve Şeki’ye uğramadan İran ve Ermenistan sınırlarına yakın yerlerden geçip Bakü’ye doğru yol aldık. Yol boyunca yine şehitlikler vardı ve oralarda Türk ve Azerbaycan bayrakları birlikte dalgalanıyordu. Hatta akaryakıt istasyonlarının pompalarında, lokantalarda bile iki devlet bir millet anlayışının nişanesi olarak bu iki bayrak birlikte duruyordu. Devlet eliyle oluşturulan şehitliklerde bir resmiyet havası olduğu için köylerde, kasabalarda, kırsal alanlarda oluşturulan bir şehit mezarı, bir şehitlik daha çok ilgimi çekiyor, beni daha çok duygulandırıyordu. 

Bilesuvar Şehri dolaylarında bir süre tel örgülerle çevrili İran sınırını takip ettik. Ne yazık ki Türk Dünyası’nın zayıf dönemlerinden faydalanan sınır çiziciler tıpkı Gürcistan Sınırımızdaki Sarp Köyü gibi Azerbaycan’a ait Bilesuvar şehrinin bir bölümünü de İran tarafında bırakmışlar. Akrabaların, aile fertlerinin yarısı o tarafta, yarısı bu tarafta kalmış. Er geç bu sınırların kalkacağına ve Türklük aleminin kucaklaşacağına inanıyorum.

Aynı güzergahta Bilesuvar’dan Salyan şehrine doğru yol alırken sağda adı üstünde “Yolüstü Restoran” adıyla bir dinlenme tesisi ya da alışveriş merkezine rastlayıp duruyoruz. Bunun, Azerbaycan seyahatlerimizdeki şehirler arası yolculuklarda rastladığım ilk modern tesis olduğunu söyleyebilirim. Azerbaycan’daki müthiş yenilenme ve gelişime paralel olarak sayılarının artacağı kanaatindeyim. Yolüstü Restoran’ın üstünde de bir köşede Azerbaycan, öbür köşede Türk bayrağı dalgalanıyor.

Yolcu yolunda gerekti. Çünkü bir an önce Bakü’ye ulaşıp Hazar kıyısında serbest zamanımız olacak, akşam yemeğinden sonra da uçakla Nahçivan’a hareket edecektik. “Yediğin içtiğin senin olsun da gördüklerini anlat” denir ya, devletler arası siyasi anlaşmazlıkların cezasını bizler çektiğimiz için Şuşa ile Nahçivan arasındaki 42 kilometrelik yol dururken 400 kilometrelik yolu kat ederek Bakü’ye, oradan da bir buçuk saatlik uçak yolculuğu yaparak 29 Haziran akşamı Nahçivan’a ulaştık. Oldukça yorulmuştuk ve otelimizde dinlenmeye çekildik.

30 Haziran günü sabah kahvaltısından sonra hızlı bir Nahçivan turuna başladık. Önce Askab-ı Kehf Mağarası, ardında Tuz Dağı derken az uzakta Aras Nehri’ni görüp duygulandık.

Ashab-ı Kehf Mağarası Türkiyemizdeki Tarsus’ta da var ama Nahçivan’daki de sanki “Asıl Ashab-ı Kehf benim” dercesine heybetli. Rehberimiz “Mağaraya 550 basamaklı merdivenle çıkılıyor” deyince hedefe ulaşıp ulaşamama konusunda tereddüt edildi. Biz grubumuzu temsilen yedi kişi olarak mağaraya ulaştık. Anlatınca çıkmadıklarına pişmanlık duyanların olduğunu belirtmeliyim. Çünkü Azerbaycan/Nahçivan yönetimi merdivenleri öyle düzenlemiş ki hiç yorulmadan çıkılabiliyor. Çünkü on on beş basamaktan sonra geniş, düz bir alan var ve peş peşe öyle devam edip gidiyor.

Tuz Dağı ya da Tuz Mağarası da çok güzel düzenlenmiş. Dağ adeta oyulmuş ve tuz kokularını çeke çeke metrelerce gidiyorsunuz. Hedefte tedavi odaları var. Doktor kontrolü ve tavsiyesi ile gelen hastalar uzmanların gözetiminde tedavi oluyorlar. Daha çok akciğer ve deri hastalıklarının tedavi edildiği ifade edildi.

Nahçivan oldukça temiz, rahat, yolları havaalanı gibi düzgün bir asfaltla kaplı modern bir şehir. Haydar Aliyev Müzesi, Hüseyin Cavid Abidesi ve Evi, Saat Meydanı, Nahçivan Kalesi ve “Nahçivan’ın İncisi” olarak nitelendirilen Mümine Hatun Türbesi mutlaka ziyaret ediliyor. Türbe, İldenizli Atabekliği’nin kurucusu Şemseddin İldeniz'in karısı Mümine Hatun için oğlu Kızıl-Arslan tarafından 1186'da yaptırılmış. Mimarı Acemi Bin Ebubekir.

Türk Dünyası’nın önde gelen edebiyatçılarından Hüseyin Cavid 1882 yılında Nahçivan’da doğmuş. Sovyetler döneminde, rejimin istediği tarzda eserler vermediği için 1937 yılında sürgüne gönderilir ve orada hayatını kaybeder. O yıllarda Sovyet yönetiminin etki alanında bulunan bütün Türk coğrafyasında kıyım yapılarak yüzlerce aydın, edebiyatçı, sanatçı katledildi. Haydar Aliyev zamanında Hüseyin Cavid’in mezarı açılarak Nahçivan’a getirilip düzenlenen bu türbeye defnedilmiş. Evi de müze olarak düzenlenmiş ama tadilatta olduğu için ancak dıştan görebildik. Evinin duvarında onun şu hikmetli sözünü okuduk:

“Kesse her kim tökülen kanı,
Kurtaran dahi odur yer üzünü…”

Gence’de olduğu gibi Nahçivan’da da Atatürk Caddesi var. Otobüsümüzle geçerken caddenin hemen iç tarafında Atatürk büstüne rastlayınca gidip resmini çektim. Orada, Atatürk’ün şu sözü yer alıyor:

“Azerbaycan halkının sevinci sevincimiz, kederi kederimizdir.” -K. Atatürk

Nahçivan’da ayrıca muhteşem bir Babek, ihtişamlı bir Köroğlu heykeline ve Sovyetler döneminde Bolşeviklerin kadrosunda bulunmasına rağmen Azerbaycan’a, Azerbaycan Türklüğüne, hatta Türkiye Türklüğüne büyük hizmetlerde bulunan Neriman Nerimanov’un adına düzenlenmiş bir parka ve parkın girişinde bulunan büstüne de rastlıyoruz. Neriman Nerimanov, Kurtuluş Savaşımız sırasında Atatürk’le de dostluk kurmuş, hatırı sayılır maddi yardımlarda bulunmuştu. Atatürk o yardımları borç olarak aldıklarını iletince Nerimanov şu cevabı verir:

“Paşam, Türk milletinde bir anane vardır; kardeş kardeşe borç vermez, kardeş, her durumda kardeşinin elinden tutar. Biz kardeşiz, her zaman elinizden tutacağız. Bugün yaptığımız bir kardeşin yaptığından başka bir şey değildir”


Köroğlu, Türk Dünyasının ortak bir destan kahramanı. Azerbaycan’da, Türkmenistan’da, her yerde benzer özelliklerle bilinip anlatılıyor. Nahçivan’a da güzel bir heykeli yapılmış. Babek, Azerbaycan’ın milli kahramanı.

Peki Azerbaycan’da, İran Azerbaycanı’nda saygı ile anılan bu Babek kimdir?

 Babek, Abbasi Hilafetinin hüküm sürdüğü dönemde, 816 – 838 yılları arasında 22 yıl boyunca Abbasi Halifesi’ne isyan ettikten sonra yakalanarak idam edilir. Onun, davasında haklı olduğuna inanan Azerbaycan Türkleri, hatırasını canlı tutarak her yıl anma toplantıları düzenliyorlar. Nahçivan’daki Babek heykeli de bu amaçla yaptırılmış olup şehrin en güzel meydanlarından birinde duruyor. 

Azerbaycan’ın bağımsızlık hareketinde ve bu günlere gelmesinde önemli roller oynayan Elçibey ve Haydar Aliyev’in her ikisi de Nahçivan doğumlular. Azerbaycan’dan koparmak için her yolun denendiği, İran, Ermenistan ve Türkiye arasına sıkıştırılan Nahçivan’ın, bir an önce fiziki olarak da Azerbaycan’la bütünleşmesi gerekiyor. İran, dolaylı olarak ve çoğu zaman da açıktan Ermenistan’a destek olarak bunu engellemeye çalışıyor. Ermenistan, uğradığı bozgundan sonra artık ders almış olmalı ve uluslar arası anlaşmalardan doğan yükümlülüğünü yerine getirip Zengezur Koridorunun işler hale getirilmesi için üzerine düşeni yapmalıdır. Değilse, öyle bir gün gelir ve Karabağ’da olduğu gibi yaptığına yapacağına pişman olabilir.

Akşamüstü, Nahçivan’ın sınır komşusu olan Iğdır üzerinden Türkiye’ye döneceğimiz için bu şirin beldeden ayrılma vakti gelmişti. Kardeş ülke topraklarında da olsak ülkeden ülkeye geçişin kuralları vardı. Gümrük kapısına ulaşırken Aras Nehri üzerinden geçiliyordu. Arif Nihat Asya’nın, “Aras niçin, Fırat niçin, Dicle niçin /Benden doğar bana dökülmez” diye feryat edişinin, isyanının anlamını o köprüden geçerken daha iyi anladık. Aras, yalnızca Azerbaycan’la aramıza girse dert değildi elbet. Öyle olsa çok da hoş olurdu. Ama İran’la, Ermenistan’la aramıza giriyor ve yanık bir türkü yakılıyordu:

“Araz’ı ayırdılar mil ile/kum ile/kan ile doldurdular
Men senden ayrılmazdım zulm ile ayırdılar…”

 Hemen hepimiz bu türküyü duymuşuzdur da dinlerken orada ifade edilen ayrılığın, hasretin, çektirilen zulmün ne olduğunu kaçımız düşünmüştür acaba? “Hey on beşli on beşli/Tokat yolları taşlı/On beşliler gidiyor/Kızların gözü yaşlı” türküsünün niçin yakıldığını, on beşlilerin nereye, niçin gittiğini ve gidenlerin bir daha dönmediklerini bilmeden aslında bir ağıt olan o türküyü oyun havasına çevirip ritmine uyarak şıkır şıkır oynamıyor muyuz? Bunun gibi, Aras Nehri’nin aynı dilden, aynı dinden, aynı ülküden kan bağı, can bağı olan insanları ayıran bir sete ya da korkunç bir yılana, ejderhaya dönüştürülmesini eleştirip yaşanmış ve yaşanacak nice acıları anlatan bu türküyü dinlerken de öyle vurdumduymaz olduk mu olmadık mı? Oluyor muyuz olmuyor muyuz? 

Doğrusu ben, Gence’den önce Kür/Kura Nehri’nden geçerken, Nahçivan’da biraz uzaktan Aras Nehri’ni görünce bile böylesine derin düşünememiş, “Ne güzel, kardeşlerimizin bulunduğu toprakları sulayıp hayat veriyorlar” deyip geçmiştim. Ama sınırımızda Aras’ın üzerinde bulunan bu köprü yok mu bu köprü? İşte o köprüden geçerken o acıları, dertleri, kederleri, hasretleri düşünüp üzülmemek mümkün değil.

O duygularla Iğdır’a geçtik ve unutamayacağımız hatıralarla dolu bir haftalık Azerbaycan/Karabağ/Nahçivan gezimizi tamamlayarak 30 Haziran 2024 günü akşama doğru Ankara’ya ulaştık.

SONUÇ

Yazıma attığım başlığın aslında on – on bir sayfa boyunca yazıp ifade etmeye çalıştıklarımın bir sonucu olduğu kanaatindeyim: “Karabağ Azerbaycan, Azerbaycan Türkiye, Türkiye Azerbaycan’dır!..”

Resmen olmasa da bu anlayış resmi sınırları olan iki ülkede yaşayanlar tarafından fiilen uygulanıp yaşanmaktadır. Mezarlıklarda, şehitliklerde, evlerde, işyerlerinde ve hatta akaryakıt istasyonlarının pompalarında bile Azerbaycan bayrakları ile Türk bayrakları birlikte dalgalanıyor.

Stalin isimli insan kasabının bir hançer gibi aramıza soktuğu Ermenistan hizaya getirilmeli, İran tarafında bırakılan Güney Azerbaycan Kuzey Azerbaycan’la bütünleştirilerek kardeşler, akrabalar, dostlar kucaklaşmalı ve Türk Dünyası bir bütün olmalıdır. Yazdıklarımın, söylediklerimin, gönlümden geçenlerin özeti de aslı da budur.  

 Bir de şu…

Her Türk’ün ölmeden önce görmesi gereken bir yer daha var: Seksen yıldan beri Çin işgali altında bulunan ve daha önce Urumçi’ye kadar gidip sınır dışı edildiğimiz Doğu Türkistan!

İnşaallah -ölmeden- Doğu Türkistan’ın  kurtuluşuna da şahit olur ve gidip görürüz